IŞIK ve HAYAT



Bilimin yüyıllardır ışık üzerine yaptığı araştırmalar ve sonuçlarına
karşın; hâlen gizemliğini kaybetmemiştir.Çözülmemiş bir bulmacaya
benzetilebilir. Işıksız bir ortamda sağlam bir göz bile âdeta
körelmiş gibi olur. Işık, cisimleri görülebilir hale getirir. Ayrıca
cisimlere farklı açılardan yansımasıyla renkler meydana gelir.
Johann Wolfgang Von Goethe' nin dediği gibi "Renkler ışığın hareketi
ve kaderidir."
Atalarımız ışığı kutsamış ve onu bir kült haline getirmişlerdir. Ama
biz onu yıllar boyunca incelemiş onun bütün kutsallığını bozmuş ve
ona âdeta sahip olmuşuz. Zamanımızda ışığı hassas bir alet gibi
kullanıp sanatta, diskoteklerde bir estetik aracına dönüştürdük.
Bugünün hiçbir bilim adamı ışığın basit bir şey olduğunu
söyleyemiyor. Işık bütün dünyanın ( ve evrenin ) hem bir besin
kaynağıdır, hem de yaşamın ta kendisidir. Fotosentez ile bitkiler
ışık enerjisinden kendi besinlerini oluştururlar. Sadece bitkiler
değil , hayvanlar, bakteriler ve tabi ki insanlar için de çok önemli
bir yaşam kaynağıdır. Bu dünya üzerindeki farklı yaşamların
oluşmasını da yine o sağlamıştır. Canlıların temel yapı parçası olan
hücreler, kendi aralarında haberleşmek için sadece kimyasal
hormonları kullanmazlar, "Biofoton " veya "Ultra hücre ışını"
denilen ve ışıktan oluşan bir enerjiyi de kullanırlar.

KUTSAL GÜNEŞ ve MODERN RENK TERAPİSİ

Aşırı ışık ve başka faktörlerin bir araya gelmesiyle kanser oluşur.
Fakat ışık doğru olarak kullanıldığında çok iyi bir iyileştirme
aracı olabilir. Antik çağlardan beri doktorlar farklı renk terapi
yöntemleri kullanmışlardır. Şifa yöntemlerinden birisi olan ellerle
yapılan iyileştirmelerde ektin olan öğe eller değil, ondan çıkan
ışınlardır. Işığın bütün renk tonları, insan mâneviyatı üzerinde
direkt olarak tesir eder. Işık şifasaldır, yaşamsal bir önemi
vardır. Peki ışık nedir ? Ansiklopedilerde ışığın çok büyük bir
spektruma sahip olan elektromanyetik dalgaların, sadece çok küçük
bir parcası olduğunu yazar. Dalga boyu 400 ile 800 nanometre
arasında değişir. 800 nanometre üzerindeki dalgalar infrarot, 400
nanometre altındaki dalgalar ise ultraviyole ışınlarını oluşturur.
Işık ile ilgili bilimsel araştırmalara baktığımızda, onun üç tip
şifasal gücü olduğunu görürüz : Fiziksel, Biyolojik ve Pisişik.
Fisiksel ve biyolojiksel şifa, ışığın "Dışsal" kısmıyla ( yani
enerji ve bilgi taşıyıcısı elektromanyetik dalgalar) meydana gelir.
Pisişik şifa ise "İçsel" kısmıyla ( ruhsal enerji) meydana gelir. Bu
üç şifasal yol da, ayni yola çıkıyor : Ruhsal tekamüle.
Psişiksel şifa diğerlerine nazaran daha da etkilidir. Tanrısal bir
gücü vardır ışığın. Dünyayı gündüz güneş, gece ise ay aydınlatır. Bu
yüzden çeşitli kültürlerde güneş, ay, gezegenler ve yıldızlar bir
tapınma aracı olarak kullanılmış ve tanrı ile özdeşleştirilmiştir.
Bu inancın alında yatan nedeni Goethe şu sözlerle belirtmiştir : "
Eğer bana, tabiatımda güneşe tapma olup olmadığını sorarsanız. Ben
kesinlikle 'evet' derim. Güneş üst plânların gönderdiği kudretli,
dünya insanlarına eşit bir şekilde dağıtılan bir araçtır.

IŞIĞIN GERÇEK ANLAMI BİR SIR


Eski Sümer kavminin ve Babillilerin ana tanrısı ,Güneş tanrısıydı.
Aztek ve İnka Uygarlıkları ise güneş için insanları kurban edip;
kurbanlarının kalplerini güneş tanrısına sunuyorlardı. Bu işlem
sonucunda daha da çok kudret vereceğine inanılıyordu. Ra' nın bakışı
sonucu ışık oluştu.Eski Mısır medeniyetinde, tanrıların yaşadığı
Pathedon' u yöneten en büyük tanrı olan Ra' nın formu güneş olarak
tasvir ediliyor. "Ben, gözlerini açtığımda ışığı gösteren ve
kapattığımda heryeri karanlığa gömen kişiyim." Bu sözler, 13 yy. 'da
yazılmış olan bir papirüsün üzerinde bulunmuştur. Şifa alanında en
çok bilgi Antik Mısır doktorlarındaydı. yunan uygarlığında, sadece
güneş tanrısı Helios' a ait olan bir şehir vardı, Heliopolis.
Tapınakları ile ünlü bu şehirde, şu anda bile kullanılan "Renk
terapisi" kavramı ortaya çıkmıştı. Bu kavramın ortaya çıkarken,
ışığın mistik ve şifasal gücü insanlar için hâlen geçerliydi.
Işık, Tanrının bir niteliği veya bir aracı olarak gölülüyor. Çoğu
zaman ise bu iki kavram da bir anılıyor. Bundan dolayı Johannes' in
1. Mektubu' nda "Tanrı ışıktır, O' nun içinde karanlık yer almaz"
yazıyor.Yine ayni bölümde şu satırlar da yer alıyor. " Her kim
kardeşini severse, daima aydınlık içinde kalır." , "Tanrı
sevgidir.Tanrı, seven insanın yanından asla ayrılmaz."
Işık, sevgi ve tanrı, bu kavramların hepsi birdir. Hintliler bunun
için "Sattwa" kelimesini kullamışlardır. Sattwa tanrısal bir
özelliktir; aydınlık içinde her zaman sevgi dolu ve iyilik içinde
yaşama prensibidir.
Yukarıda saydığımız ışığın bütün tanrısal anlamları, günümüzde ( en
azından batıda) kaybolmuştur. Hem de tamamiyle ! Diskoteklerdeki
lazer gösterileri, konserlerdeki ışık saçan orglar. Ama bunlar da
insanları büyülemek için kullanılmıyor mu ? Buradaki büyülenme hem
oklüt hem de sanatsal alanda bir büyülenme sayılabilir.
Güneş hayat verici olmasına karşın, birçok insan için bir tehdit
unsurudur. Yaydığı zararlı ışınlardan korunmak gerekiyor. Bu garip
ikilem içinde insan yine de güneşe tapmıştır.
Bugün çoğu insan için ışık, bir elektrik düğmesini açıp ampülden
çıkan aydınlık anlamına geliyor. Fizik kitaplarında ise ışık
elektromanyetik dalgaların bir bölümünü oluşturur. Biraz daha
yakından incelendiğinde ışığın bir ilüzyonda farklı bir şey olduğunu
görmek mümkündür. Işığın gerçek anlamını hâlen bir
bilmecedir.Tekâmülün bir tezahürüdür. Işık bilim adamlarının dediği
gibi " Dalga- Parçacık- Dualizm " 'i değildir, o tanrının bir
özelliğidir.

GİRİŞİM PRENSİBİ ve ESİR TEOREMİ

Yunanlı filozof Pythagoras ( M.Ö. 570 - M.Ö. 496) ' a göre görmemizi
sağlayan neden, her nesnenin kendisinden gönderdiği çok ufak
parçacıkların göz sayesinde yakalanmasıydı. Onun öğrencisi olan
Empedokles ( M.Ö. 483 - M.Ö. 420) ise başka türlü bir sonuca
varmıştı.Empedokles' e göre gözden "Ateşimsi " bir ışın çıkar ve bu
bizim var olan bütün eşyaları görmemizi sağlardı. Platon ( M.Ö. 428 -
M.Ö. 347) ' a göre ise görmemizi sağlayan iki etken vardı.
Birincisi nesnelerden çıkan "Dışsal ışık" , diğeri ise gözümüzden
dışarı çıkan "İçsel ışık". Bu iki ışın ile görme gerçekleşiyordu.
Aristoteles ( M.Ö. 384 - M.Ö. 322) daha önceki filozofların
düşüncelerine katılmayıp ortaya yeni bir fikir attı. Işık, evreni
dolduran ve çok ufak olan "Pellucid" adlı maddenin hareketi sonucu
ortaya çıkıyordu. Aristoteles' in ışık kuramı ortaçağ bitene kadar
kabul edilmiştir.
İlk olarak Isaac Newton (1643 - 1727)' un ortaya çıkardığı Optik
bilim dalı ile, ışığın bilimsel olarak incelenmesine başlandı.
Newton da Ortaçağ filozoflarının yaptığı gibi, ışığı iki bölüme
ayırdı : "Fenomensel ışık (Fizik alanında geçerli olan) ve "Nominal
ve potansiyel ışık (Tanrısal ve ilahî ruhu taşıyan). Ancak 20 y.y.'
da Albert Einstein tarafından en modern ve önemli bir soru
soruldu :" Acaba madde ile ışık arasında birbilerine karşı bir
dönüşüm sağlanabilir mi ?"
Newton fiziksel ışığın oluşumunu partiküllere bağlıyordu.Tıpkı
bundan 2000 yıl önce yaşamış olan Pythagoras gibi o da, ışığın çok
küçük ışıldayan parçacıklardan oluştuğuna inanıyordu.Çağdaşı olan
Hollandalı fizikçi Christian Huyges (1629 - 1695) ve İsveçre' li
matematikçi Leonhard Euler (1707 - 1783) da Aristoteles' in ışık
kuramına inanıyorlardı.Bu iki bilimadamı ışığın dalgalar şeklinde
hareket ettiğini buldular.
Newton' dan sonraki yıllarda "Dalga - Parcaçık" tartışması, bilim
içinde pek dikkate alınmamıştı. Ama ta ki 1801 yılında Thomas Young'
un deneyleri sonucu ortaya çıkarıldığı "Girişim Prensibi" ne
kadar.Bu deney, ışığın yanyana bulunan iki ince yarıktan geçirilmesi
ile yapılır. Aydınlık ve karanlık ışın çizgilerin oluşturduğu
şekle "Girişim Deseni" denilir. Bu girişim desenini oluşturan
maddeye Young "esir" adını vermişti. Esir bütün uzayı dolduran ve
onun hareketi sonucu ışık dalgaları oluşturan bir maddedir.
Young ' un "Girişim Prensibi" ne çağdaşı olan Henry Brougham karşı
çıkıyordu : "Anlamsız bir teori, Young' un deneyleri sonucu
çıkardığı ilkelerden hiçbir şey beklenmemesi gerekir." Diğer
taraftan Fransız Frensel (1788 - 1827) 'in incelemeleri sonucu
ışığın karakterislik yapısı bulunmuştur.
19. yy ' ın ilk yarısında çeşitli ülkelerde yapılan deneyler sonucu
ışığın tarifi belli bir yere kadar yapılabilmişti.O tarihlerde bu
sonuçlar çıkarılmıştı : " Esir çok ince bir maddedir ve bütün evreni
doldurur.Tıpkı bir geminin denizde yüzmesi gibi, gezegenler de
uzayın içinde yüzüyor. Işık dalgaları ise Esir' in hemen yanında
refakat eder. Duruma göre bazen önünden, bazen arkasından takip eder
ve bazen de etrafında döner. Ama ışık sabit bir hıza sahiptir."
1887 ' de Albert Michelson ve Edward Morley' in ortaklaşa yaptıkları
deneyler sonucu ışığın temel yapı taşının ne olduğunu
bulamadılar.Ama ışığın sabit bir hıza sahip olduğunu buldular :
299792458 m/s. Diğer bilimadamları bu deneylerin sonuçlarını çaresiz
olarak kabul etmek zorunda kaldılar. Einstein o yıllarda yapılan
araştırmalar ile ilgili olarak şu sözleri söylemişti : "Işığın
gerçekliğinin bulunması için yapılan herşeye rağmen, insan bu bilgi
öğrenmesi için acizdir kalmıştır. En iyisi esir kavramını bırakıp,
bir daha o kavramı ağzımıza hiçbir zaman almamak." Ayrıca şu
açıklamayı da yapmıştır : (1) " Uzaydaki ışık hızının, ya da başka
bir şöyleyişle, esirdeki ışık hızının,saniyede 300.000 km olduğunu
biliyoruz. Elektromanyetik alan, kaynağından bir kez çıktıktan sonra
bağımsız bir varlık gösteren enerji taşır. Şimdilik, mekanik yapıda
bir esirin birçok güçlük çıkardığını bile bile, şuna inanmayı
sürdüreceğiz. Esir, içinde elektromanyetik dalgaların ve dolaysıyla
da ışığın, yaydığı bir ortamdır."
Kısa bir süre sonra Max Planck ısının da bir elektromanyetik dalga
olduğunu keşfetti. Planck, ışığın "Kuanta" denilen belirli bölükler
halinde ( h=6,62 x 10-27 erg/sn), kesikli bir biçimde ışıdığını ve
soğduğunu da saplamıştır.1905 yılında Einstein, ışığın "Işık
Kuantası" ya da "foton" denilen bir parçacık olduğu fikrini ortaya
atar. Bu fikir ise Pythagoras ve Newton' un parçacık teorisine
uyumluluk sağlar.


BOŞLUKTA DALGALARIN YAYILMASI İMKANSIZDIR

O yıllarda yapılan araştırmalar sonucu "Dalga - Parçacık" ikilemini
çözülmüş gibi görülüyordu. Ama bir dalga her zaman bir dalga; bir
parçacık her zaman bir parçacıktır. Buna bir örnek daha
verebiliriz.İnsan her zaman bir insan; balık her zaman bir
balıktır.O zaman denizkızları nedir? Birçok farklı mitolojide deniz
kızlarından bahsedilir. Ama kimse onları görmedi. Aynı şekilde
hiçbir bilimadamı "Dalga parçacığı" nın da var olduğunu
ispatlayamadı.
1917' de Einstein "Hayatımın geri kalan kısmını, ışığın ne olduğunu
bulmak ile geçireceğim" Fakat ölümünden dört yıl önce (1951) şu
demeci vermişti : "Elli yıl boyunca bir ışık kuantasının ne olduğunu
anlamak ile geçti. Ama yine de ona yaklaşamadım."
" Esir Problemi" de bu güne kadar çözülemedi. Hep, temizlik yaparken
tozun halının altına atılması gibi unutulmak istendi. Burada oluşan
çıkmazın nedeni şuydu : Fizikte dalga, bir maddenin salınımı olarak
tarif ediliyor. Maddeleri oluşturan parçacklar esnek bir şekilde
hareket edebildiklerinden dolayı, hareketini diğer komşu atomların
parçacıklarına nakledebiliyorlar. Suda oluşan dalgalar da bu şekilde
oluşur. Su molekülleri arasında bir çekim kuvveti (Koheziyon)
olduğundan dolayı daima beraber bulunmak isterler. Dışsal bir kuvvet
uygulandığında ise beraberce bir salınım oluşururlar.


ESİR, ATOMUN EN KÜÇÜK PARÇASINDAN DAHA DA İNCEDİR

Bir taraftan yukarıda da açıklandığı gibi (parçacık teorisi)
Michelson-Morley deneyleri, önemli bulgular ortaya koymuştur.Ama bir
taraftan da parçacıkların birer dalgacık karakterine sahip
olduklarını bildirmişlerdir. Örneğin çift yarık deneyinde ışık bir
girişim deseni oluşturur ( ışık bir dalga gibi hareket ediyor).
Burada Elektron-Pozitron çifti ışığa ve ışık da Elektron-Pozitron
çiftine dönüşüyor. Deney sonucu olarak şu söylenebilir "Işık ve
madde dalga şeklinde kendini gösterir." Madde, enerjinin bir
çeşitidir. Belki de donmuş bir enerjidir, tıpkı buz ile su
arasındaki ilişki gibi.
Bu ilişkiyi insanın aklı kabul edemiyor. Ama bilim için, madde ile
enerji arasındaki bu ince bağlantı için bir formül bile var. Albert
Einstein' nin ünlü formülü E=mc2 . Bu formüle göre büyük bir enerji
sonucu, az madde; az bir madde ile büyük bir enerji elde edilebilir.
Bunun örneğini Hiroşima' ya atılan atom bombasıyla bütün dünya
görmüştür.
Michelson ve Morley' in dediği gibi dünya bir esir denizi içinde
yüzmüyor; dünya kendi salınımı ( titreşimi) sayesinde esir denizi
içinde ayakta kalabiliyor. Hatta Michelson ve Morley ( ayrıca
onların kullandıkları ölçü cihazları), dünya ile salınım içindedir.
Amerikalı kuantum fizikçisi Arthur Zajonc " Işık ve Şuurun Ortak
Tarihi" adlı kitabında şu sözler yer alıyor : "Maddesel bir esir
yoktur. Bu kavram materyalist düşüncenin sonucu olarak ortaya
çıkmıştır." Yine ayni eserde " Eğer ışığın bir dalga olduğunu
söylersek, bir soru akla geliyor : Bu salınımı sağlayan etken
nedir ? Örneğin su dalgalar ve ses dalgaları salınımlar sonucu
oluşur. Ses ve su dalgaları hava ile iletilir. Peki ışık
dalgalarının taşınmasını sağlayan ortam şey nedir ? Bana göre bu
sorunun cevabı olan ortam, maddesel bir tabiatın içinde değildir.


IŞIKTAN HIZLI : FOTON İLETİŞİMİ

Bu sözlerle birdenbire materyalist olarak düşünen doğabilimi
metafiziksel söylemlerle dolu bir uçurumun içine yuvarlanır.
Burada birkaç soru geliyor hemen aklımıza : Maddesel olmayan "Esir"
içindeki ışık ve maddesel dalgalarının salınımını sağlayan güç
nedir? Nereden geliyor? Kim veya ne onun harekete geçmesini
sağlıyor? Bu güç düzenli bir enerji olmalı, çünkü uyardığı dalgalar
da düzenli bir form oluşturuyor. Elektronların hepsi ayni hacme ve
yüke sahiptir. Peki bu düzenliliği sağlayan güç nedir veya kimdir?
Neden bazı ortamlarda ışık-dalgası, ışık-parçacıkları gibi
davranıyor. Bu soru hâlen çözümlenememiştir. Işık dalgaları çift
yarık deneyinde, birer ışık- dalgaları olarak davranacaklarını nasıl
biliyorlar?
Fotonlar birbirleri ile nasıl iletişim kurdukları ise ayrı bir
muamma olarak kalmıştır. Örneğin birbirine zıt doğrultuda iki ışık
kaynayı düşünelim. Bunların birisinden çıkan bir fotonun hareketi,
öteki ışık kaynağından çıkan fotonun hareketini etkiler. Fotonlar
ışık ile hareket ettiklerine göre birbirleri arasındaki iletişimin
hızı, ışık hızından büyük olması zorunludur. Ama nasıl anlaşıyorlar?
Belki de telepati ile (Foton telepatisi) ! İtinalı ve özenle çalışan
bilmin içine sihir mi girdi yoksa? Şimdi ise daha da ilginç bir olay
geliyor karşımıza : Bilimadamlarının yaptığı en son çalışmalar
sonucu bazı özel ortamlarda elektromanyetik dalgaların, ışık
hızından daha da hızlı gidebilceklerini bildiriyorlar. Eğer bu
teorik düşünce, pratiğe uygulanabilirse fiziğin temel direği
olan "Rölavite Kanunu" büyük bir sarsıntı ile yıkılabilir.

Kaynak:(1) Fiziğin Evrimi, A.Einstein - L. Infeld, Onur Yayınları,
sayfa : 145